30 Aralık 2013 Pazartesi

Peki Peki Anladık ...

MFÖ’nün 1985 yılında yayımlanan albümünden güzel bir şarkı. Ayhan Sicimoğlu’na ithaf edildiği söylenmiştir hep. Bilen bilir Ayhan Sicimoğlu abimiz her konudan anlayan ve bildiği her şeyi en iyi şekilde yaptığını düşünen birisi olarak tanınır. Şarkının sözleri de hikayesi gibi manidar;
Peki peki anladık
Her şeyden sen anlarsın
İlk önce sen başlattın
En önce sen yavaşlattın
En uzağa sen gittin
En çabuk da sen döndün
Peki peki anladık
Sen neymişsin be abi!
Serbest çağrışım.. Arada sırada hükümetimiz, bu ülkede yapılan her güzel şeyi biz yaptık deyince de aklıma bu şarkı geliyor. Hatırlarsanız kuruluş tarihi 1992 olan Zonguldak Karaelmas Üniversitesi'nin, 2007’de bu hükümet tarafından kurulduğuna dair bir söylem bile işitti bu kulaklar. Basit bir dil sürçmesi yada danışmanlar tarafından verilen yanlış bir bilgilendirme olarak kabul edip geçmek mümkün elbette. Fakat insanlar üzerinde ‘Cidden ya önceden Zonguldak’ta üniversite mi vardı?’ gibi bir algı oluşmuş olması bile yeterince tuhaf değil mi?
Kimse yanlış anlamasın, kalkıp burada bu iktidar döneminde ülke ne kazandı ki şeklinde hiç de objektif olmayan zırvalıklardan bahsedecek değilim. Başlı başına askeri vesayetin kaldırılmış olması dahi önemli kazanımlardan biridir. Veya ilk beş yıldaki devlet kalkınmasındaki atılan adımlar göz ardı edilemez. Bazıları ısrarla ti’ye alsa da birçok ülke ile vizelerin kaldırılması, samimiyeti her ne kadar sorgulanırsa sorgulansın terörü bitirmek amacıyla izlenen cesur politikalar mevcut iktidar döneminde ülkenin kabuk değiştirmesinde önemli yer tuttu. Bütün bu sayılanları amaç ve izlenen yol olarak sonuna kadar eleştirdik. Zaten iktidardakini eleştirmek bizlerin en temel demokratik hakkı değil mi? Yukarıda saydıklarıma eminin birçokları, iyi de orduyu tasfiye ettiler, ekonomi yerle bir oldu, terörist başı ile ortaklık kuruldu, Brunei (Güneydoğu Asya'da Borneo adasında yer alan sultanlık) ile vizeler kalksa ne yazar şeklinde eleştiriler getirecektir. Bütün bu eleştirilerin haklılık payı var elbette fakat unutmamamız gereken en önemli şey rasyonel muhalefettir. Bazen haklı iken haksız duruma düşmedik mi sırf bu eksiklik yüzünden.
Aslında en temel muhalefet edilmesi gereken alan ifade özgürlüğü olmalı. Hepimiz farkındayız ki bir olguyu veya görüşü peşin hükümlerle kabul eden bir topluluk ile tartışmak pek mümkün olmuyor. ‘Bu budur nokta’ diye söz başlayan biriyle o dakikadan sonra konunun derinine inme imkanı da kalmıyor haliyle. Herkesin malumu Gezi süreciyle başlayan dönemde bazılarının eleştiriye ne kadar da tahammülsüz olduğu ortaya çıktı. Genci yaşlısı meydanlara çıkan her birey çapulcu ve marjinal olarak yaftalandı. Sivil darbe girişimidir bu denildi. Seçimle gelen iktidar farklı yollarla devrilmek isteniyor dendi. Bu insanlar ne istiyor diye sormak yerine komplocu bunlar diyerek tartışmanın üstü kapatılmaya çalışıldı. Hükümetimiz bir diyalog kanalı arayacağı yerde topyekun herkesi aynı küme içine aldı ve karaladı. Şimdi soruyorum, o dönem körü körüne hükümeti destekleyenler acaba ellerini vicdanlarına koyup düşününce onca insanın hepsinin kötü niyetli olduğuna inanıyorlar mı? Dört bir taraf hükümete komplo mu kurdu?
Bu günün ışığında geçen sürece tekrar dönüp baktığımızda roller değişti ama ezilen ve mağdur yine hükümet mi oldu? Darbe girişimi yapan bu sefer savcılar oldu, dış mihraklar yine destekledi ve sermaye grupları aç kurtlar gibi yine kenardan seyretti. Öyle mi? Hükümete karşı bir siyasi karalama yapılmaya çalışıldığı aşikar. Fakat bazı yazarlar nedense geçmişte yapılan hataları bugün görmeye başladılar. Önceki süreçte defalarca dile getirilen hatalar hep görmezden gelinmişti. Şimdi pek çoğu Odatv davasının ne kadar içi boş bir dava olduğunu söylüyor. Peki neden dün söylenmediniz. Adalet herkese bir gün lazım olur denildiğinde neden haykırmadınız. Neyse ki güzel olan yanı insanların biraz daha objektif davranmaya başlamış olması. Yada ben mi çok iyimserim
Sayın Başdanışman Yalçın Akdoğan'ın sözlerini okuduk;
Söyledikleri bir itiraf mi? Eğer birileri kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına kumpas kurmuş ise iktidarda olanlar bu durumu neden engellemediler? Engellenemez bir şekilde devletin derinine sızılmış ise durum gerçekten korkutucu. Fakat kim oldukları biliniyorsa neden adalete teslim edilmediler? Ve bunu neden şimdi dile getirildi? Sayın Başdanışman'ın sözleri eğer itiraf değilse neden söylenmiştir?

Yada siyasi atmosfer gereği söylenen ve altında yatan gerçek niyet belli olmayan bir değerlendirme mi? En vahim olanı hangisi?
Eğer doğru ise bence en vahim olanı, ister beğenelim ister beğenmeyelim seçilmiş bir hükümetin meşru yollar dışında devirme çabasıdır. Şöyle düşünelim, seçilmişler günün birinde elbet değişir fakat devlet içinde çöreklenmiş bir oluşum varsa ve eğer temizlenmezse her kim iktidara gelirse gelsin sistem aynı olacaktır. Ve her gelen iktidar rengi ne olursa olsun halktan aldığı meşru görevi çetelerle birlikte yürütmek durumunda kalacaktır. Böyle bir oluşum varsa eminim ki bütün toplum bu durumda hükümete destek verecektir. Herkes aynı şeyi soruyor ya şu anda öncelikli konu yolsuzlukla mücadele mi yoksa bunun üstüne örtmek için ortaya atılan devlet içindeki paralel yapılanma ile savaş mı?  İkisi birden yapılsa ne olur. İlaha ki bu süreçte bile bir tarafa seçmek mecburiyetinde miyiz? Hem yolsuzluklarla mücadele edilse hem de çeteler çökertilse. Yine mi çok iyimser oldum?
İster mevcut ikdamın argümanlarını savunalım istersek de karşısında olalım. Temel ilke objektif olmak olmalı. Peşin kabul ile iktidarı destekleyen ve tartışmasız biat eden kesimle her kötülüğü rasyonel olmadan hükümete mal eden muhalefeti aynı kefeye koyabiliriz. Dondurması külahından yere düşse sorumlusu hükümettir diyen bir muhalefet bizi nereye taşır bilmem. Öbür yandan ise ülke 11 yıl önce çölmüş gibi davranan ve her kazanımı mevcut hükümete bağlayan bir tavırla ile destekçi olmak nasıl kabul görür anlamak mümkün değil.
Her şeyi ve herkesi savunmakta veya eleştirmekte özgürüz, yeter ki makul olalım.
Ama günün sonunda bir kısım ısrarla her türlü kötülüğün sorumluğu iktidardır der ve diğer taraf ise derse ki enkaz devraldık şimdi dünya lideriyiz... Objektif olmaya çalışan herkes eminim aynı karşılığı verecektir;
Peki peki anladık... Sen neymişsin be abi !

23 Kasım 2013 Cumartesi

Mevcut siyaseti anlama çabası


Düne kadar yapılan bazı öngörülerin gerçeğe dönüşüp dönüşmemesi çok da önemli değil su durumda. Her yapılan yorumun haklılık payı olsa dahi okumayı yaparken veya konumumuzu seçerken bir gerçekliği gözden kaçırmamak gerekli. Her zaman suren bir mücadele ve alışılmış dinamikler üzerine kurulu bir düzen bu. Sadece bu defa bazı isler biraz perde önünde sahneletiliyormuş gibi yapılıyor. Mevcut halde bir kez daha üzerinde düşünülmesi gereken en temel durum; siyasi yaklaşımımız sebebiyle dahil olduğumuzu düşündüğümüz görüşün aslında uygulamada hiç de zannettiğiniz gibi olmadığı gerçeğinin ayan beyan ortalığa saçılmasıdır.

Hep yaşadığımız bu değil miydi? Önceleri veya dönemsel olarak birbirlerinden hiç haz etmedikleri malum olan kesimlerin bir anda ortak bir noktada buluşuvermesi. Ve sadece o an için denklem dışında kaldığını düşünen üçüncü şahısların ise bu diğer iki kesimi tutarlı olmamakla suçlaması. Dun kendi yaptıklarını unutarak tabi ki...

İşte tam burada durup düşünmek gerekli. Hep göz ardı edilen bir şey var. Konuştuğumuz siyaset olgusunun temel ilke sellik, etik, ahlak gibi değer yargılarıyla açıklanamayacak olması. Basit yaklaşımla sanıyoruz ki, dun bunu söyleyen yarın ise sunu söylemek durumundadır. Ve beklentimizin tersi bir tavırla karşılaşınca ise basıyoruz yaygarayı; bu nasıl bir omurgasızlıktır! Fakat yavaş yavaş öğrenmek zorunda birikiliyoruz ki, siyaset kurumu omurgasızlık veya netlik gibi yine sosyal öğreti, vicdan, temel ahlaki disiplin ve ilkesellik ile anlaşılmayacak bir kavram.

Pragmatizme giriş 101: "Doğruluğu ve gerçekliği tek yanlı olarak yalnızca eylemlerin sonuçlarıyla değerlendiren ve onlara yalnızca fayda açısından bakmak." Eğer bir bilgi veya yaklaşım günlük hayatta işe yarıyorsa o olgu doğrudur. Yaramıyorsa yanlıştır. Pratikteki yansıması belki bu açıklamadan az biraz farklı, hatta kimi vicdan sahibi kesim karşı dursa da benim için en faydalı olan doğrudur yaklaşımı insanoğlunun ortak doğru kabulüdür maalesef.

Ülkedeki kotu gidişatın faturasını dış güçlere bağlayan açıklamaları düne kadar sığ bulup alay edenler gün geliyor benzer bir savın arkasına sığınabiliyorlar. Haklı olarak, adalete her müdahalenin zorbalık olduğunu söyleyenler bugün tam da karşı olduklarını kendileri eyleme dönüştürünce ise gönül rahatlığıyla "mevzu bu sefer başka" diyebiliyorlar.
Düne kadar usul tartışması öncelik değil asil olan gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır diye haykıranlar, gün geliyor amaç temiz olsa bile izlenen yol hatalıdır ama diyebiliyorlar.

Diğer yandan ise muhalefette olanlar hak, hukuk, adalet ilkemizdir deyip toplum nezdinde henüz temize çıkmamış bazı kişileri bünyelerine katarak vitrin önüne koyabiliyorlar. Ve gün geliyor, dun badem bıyıklı diyerek bayağı bir şekilde ötekileştirdikleriyle ile dahi (-onların gözünden) ortak çıkar uğruna bir araya gelmek fikrinden hiç de gocunmuyorlar. İktidar için her yol mubah...

Kimileri ise daha haftalar önce darbeci diyerek yaftaladıklarıyla el ele kol kola yeni hedeflerini belirliyorlar belki de. Yazarlar, gazeteciler, siyasiler, toplumun her kesimi hep bir ağızdan sunu soyluyor; "Dun dundur, bugün bugündür". Yada bu söz olmadıysa daha entelektüel ve güzel duruyor diye sunu tercih etmek isteyenler de olabilir pekala; "Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir". Haklısınız. İstediğiniz cümlenin ardına sığının ama kaçamazsınız.

Birde bu donem daha çok duyduğumuz ve duyacağımız konjonktür kelamı var. Teorik olarak sözlük karşılığı: Geçerli durum. Her türlü durumun ve şartın ortaya çıkardığı sonuç, vs.
Bu gibi atmosferde kullanılabilecek yerinde kelimelerden biri değil mi? Fakat konjonktürün altında yatan gerçek anlam suna benzer bir şey aslında "iç veya dış siyasetin, tarihteki kişi veya olayların tartışıldığı ortamlarda, nadiren bir hakikate tekabül etse de, genellikle her türlü tutarsızlık, iki yüzlülük, haksızlık, taviz ve gayrı ahlakiliğin meşrulaştırılmasında kullanılan temel malzeme."

Hal böyle olunca bizim gibi siyaseti anlamaya ve öğrenmeye çalışanların zihinleri daha da bulanacaktır böyle zamanlarda. Her ne kadar salt akil ve insani değer yargılarından bağımsız değerlendirme yaptığımızı zannetsek bile faydasız. Siyaset veya politika sanatının işleyişini yani A-B-C sini ruhumuzda, vicdanımızda ve en nihayetinde özümüzde istem dışı edindiğimiz temel toplumsal etik yargılarla konumlandırmak çok da kolay olmayacaktır. Uzaktan seyredip eldeki eski ekipman ve geçmişte yaşananların öğretileri yardımıyla ancak sağlıklı bir okuma sağlanabilir.

Genellikle bilimde de rasyonel bir kabul olan gözlemci etkisini siyaset ve sosyoloji ilmi için uygulamak mümkün gözüküyor. Gözlemci etkisi; "Bir gözlemde gözlemcinin -ister katılımlı, ister katılımsız- olay yada durum içinde bulunuşundan doğan ve olay ya da durum. Üzerinde şu ya da bu yönde etkide bulunacağı varsayılan yöneltici etki." Belki de olan bitenin üzerinden belirli bir zaman geçip, biz gözlemcilerin etkisi azalınca veyahut tamamen ortadan kalkınca en sağlıklı okuma yapılabilecektir. Seneler öncesindeki yaşanan her tarihi ve siyasi süreci bugünün gerçekliğiyle daha berrak şekilde algılamamız, bilgi düzeyimizdeki artıştan kaynaklanıyor dense bile bir diğer nedeni ise gözlemcinin ortama etkisinin azalmasıdır. Bekleyelim, görelim ama olacaklara ise asla şaşırmayalım.

9 Ekim 2013 Çarşamba

Bir Garip Hikaye

Kitap okuyamadım, canim istemedi,yazmak da zor bu aralar..
O kadar herkes gibiyim ki;mesai saati bitimine kalan sureyi kafadan bilir,aktarmada düşen liraya hesaplar,her unlu ölümüne en on safta üzülürüm henüz dun adini duymuş olsam da...
Maneviyat.kupkuru,ha bir besmele yanına ıslata boğazımı.
Varsa yoksa,rüzgar yemeden ciğere iki fırt zehir çekmek için köşe bucak arayış kuytu kenarı...
Uç zeytin,beyaz peynir, az demli cay. 
Bardak karton olsun lakin, atılmalı bir an evvel ele avuca yük olmada.
Tekrarların tekerrürü, zihin bile şaşkın taze sanıyor her bir anıyı. 
Bilmem kaçıncı sefer duydun filancanin gönül teranesini. 
Veyahut bıraksan ezberde geri durmaz bildiğin tek tük şiirlerden, o beyaz tenli kızın okul hikayesi..
Güneşe direnen perdenin boyası farklı sadece otobüs camındaki.. 
Kırmızı,mavi.beyaz..
Tan kızılında, gün ağrısında hepsi karanlık..
Bardak bardak yemin içsek de faydasız
Giden ilk trene almıştım localı bileti. 
Hani yeşil karton, baş parmak kadar boyu.. 
Kemer deliği acar gibi,elinde demir delgeç konduktur.. 
Bu çok eski hikaye,az bayat fakat boğazımızı ıslattık ya hani. 
Ya bismillah, vira doğan güneş..

6 Eylül 2013 Cuma

Yolculuk Sarısı

Sandal kokularına selam olsun,
Yolculuk sarisi bugün güneş,
Omuzu buluta değmiş..
Uykuya tok kalkınca,
Haberli habersiz misafir oluduğumuz asma kilitli fırınlar.
Komşu kadınların sohbetlerine mahkum pencere çiçekleri..
Tahta sıralarda öğretmen çocuğuydum hep,
Önlük cebimde daimi, kareli bez mendil..
Sorsalar onca vakti nasıl buldun bunca şeye diye,
Mutlu etmek için derdim..
Lakin zor zanaat solumak yıllar boyu, sabırla bu memleket havasını
Nerden mi buluyorum bunca zamanı her birine?
Huzurlu olsun diye... Kulaklarına fısıldadığım bana ait her hecede.
Bakınca fotoğrafına, utana sıkıla çağırmıştım onu dağınık odasına tek goz yüreğimin..
Yakin çağın devrimi bu belki,
Tahtından indirilişi karamsar cümlelerimin.
Adım atsam, köşe başları birer umut atölyesi
Kenarları törpülü rölyef bir çerçeve yapıyorum,
Belli belirsiz deniz atları yanları,
Köşeleri pürüzsüz, incecik parmakları gibi.
El emeği, göz nuru işliyorum sevgilerimi
Öylesine titrerim ki üstüne,
Ama sakınmam, çünkü sapasağlam olmuş olmalı narinliğine aldanmadan.
Ertelenmiş uyanışlar gibi bir his bu,
Her uyanışım bir yenilenme,
Ciğerlerime çektim çünkü güzelliğini o gülümserken...
Yolculuk sarisi bugun güneş
Varım yoğum kelimeler şu sıra
Aydınlıklar,gölgeler... Sessiz masa lambaları.
Aksam yalnızlıklarını kiran üşenmez kavuşmalar...
Elbisenin sarisi bugun güneş...

5 Eylül 2013 Perşembe

Dönüş

Tek kelime etmedi bu kez kalabalık kaldırım,
Buradaki deniz başka, sanki dalgalarında tel tel beyazlar...
Ezan sesiyle evime koşar gibiyim,
Sensizliğim,açlığımdan telaşlı,
Sol omuzumda huzurlu bir Ege yanığı,
Damağımda en son öptüğüm anin tadı var.

29 Ağustos 2013 Perşembe

Doğruluk

"Doğru“ deyince zihnimde kesinlikle yanlışın tersini değil, fakat sadece çeşitli yanlışların en esaslı hallerde birbirlerine oranla durumlarını gösteriyor.

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Gezgin Huzurlar

Gözlerimdeki uykusuzluğa bakarken uzamış sakallarımın gizlediği gülümseme selam etti aynanın obur ucundan.
Bir Mavi parfüm şişesi rafta ...
Sana olan en erken özlemlerim geldi aklıma..
Oda tika basa kahverengiydi o günlerde. 
Düşüncelerim, sevgi,ecnebi portakal suyu,merak,arayış ve masanın üstündeki bir kaç kelime vardı.
İyi kotu bir araya getirince onları, sen kokuyordu artık mavi şişenin güzelliği...
Gökyüzü de başkaydı. 
Kimi zaman griden ayrıydı yağmur habercisi ulağın kaftanının rengi..
Ne kadar yoksul olduğum aklıma gelir bazen. 
Çok masumum ben aslında, senden evvel seviştiğim bazı yalanları ve kuş bakisi nefretlerimi saymazsan...
Belki Masmavi değil parfüm şişesi fakat inanmış gibi maviliklere...
Senin gelişin gibi hatta. 
Tam da burnumun ucunda göz kaleminin izi.
Koşar gibi geçti önümden zaman, ama kolumdan çekti duraksayınca anlık nefesi.
Kaybetme dedi sevdalarını zerre umut kalsa bile... 
Eğer bir şiir sığıyorsa mavi bir şişeye neden yüreğin bir odasına sığdıramasın ki insan tanrı misafiri sevdaları.. Gezgin huzurları.

7 Temmuz 2013 Pazar

Doyumsuz Acizlik

Olup biteni öğrenme isteği yüzünden değil mi zaten bütün bunlar. İnsanın temel bilimleri duyduğu açlıktan bahsedecek değilim şimdi. Daha yavan bir olgu var aklımda. İnkâr edilse de başkalarının hayatlarını bilme arzusu bütün ahlak tabularına inat yapışmış insanoğlunun etine.
Bu isteğin altında belki salt merak yatsa da kimse kendine itiraf edemez gerçeği. Hal hatır sormak kadar pir-u pak bir duyguymuş gibi ikna etmişizdir çünkü aciz bedenlerimizi.
Sosyal birer ölümlü olduğumuz konusunda hemfikir olduktan sonra hiçbir engel kalmamış gibi sanki önümüzde, bilmek isteriz detayına kadar… Eş dost sohbetlerinde sözü geçen, kızın yahut oğlanın akıbeti hakkındaki suallerin naifliği değil bahsettiğim. Her şeyi öğrenmek adına, takip etmek adına, gıybet adına, harcanan boş mesailerden söz ediyorum. Yazılı kuralları varmış gibi bu safsatayı kendine hak görenler içindir kelamım. Söylediğim gibi sürekli tekrar ederim, doyumsuz acizler olduğumuzu hazmetmek gerekir önce her ne kadar zor olursa olsun. Sonrasında başlamalı nefes almaya, bu hayatın ABC’si olmalı bazı şeyler.
Yazarın da dediği gibi “ Kendi evimde otururum, kimseyi taklit etmiş değilim, kendisiyle alay etmemiş olan, her üstatla da alay ettim.”

21 Mayıs 2013 Salı

Mavi

Deniz var yollarım boyu,
Gözlerimi açtığımda erken aydıklara,
Sol yanım sen kokuyor,
Sabahlarım mavi
Haydi hemen bitsin diye,
Emek verip noktalarken kahverengi saatleri,
Soluk alışım huzurlu,
Bekleyişim mutlu.
Sağım solum deniz,
Aksamlarım da mavi,
Sana gelen yollar boyu...

Bekleyiş

Deniz var yollar boyu,
Gözlerimi açtığımda erken aydınlıklara,
Sol yanım sen 
Sabahlarım mavi

Haydi hemen bitsin diye,
Emek verip noktalarken kahverengi saatleri,
Soluklarım huzurlu,
Ve bekleyişlerim...

Sağım solum deniz  sonra,
Akşamlarım da mavi,
Sana gelen yollar boyu...

29 Nisan 2013 Pazartesi

Derli toplu sensizlik

O gün derli topluydu evim, sağım solum. Orada burada dağılmış duran eşyaları toplamıştım, üst üste dizdim hatta kitapları karalama defterim de yanı başlarında. Ertelediğim işlerimi bile bitirdim satır arasında. Acelem var çünkü… Bir an önce çıkmak istiyordum sokağa, camdan odaya dolan güneş daha bir sıcak bugün. Biraz uzak olsa da deniz kokusu alır gibiydim.
Bir o yana bir bu tarafa… Hiç durasım yok, zaten çoktan giymiştim mavileri üzerime keyifle aynaya bakmamdan hemen önceydi. Gözüm yine saatte fakat sabırsızlığım başka bugün, sen geleceksin ya…
Yüzün solgun, inatçı güneşe rağmen soluk alıp vermekte kararsız yürüdük. Ama bilirim seversin gökyüzünü. Anlatacaklarımı dinlemedin ki daha ondandır dedim ifaden. Bu sefer el ele yürüdük o sokaklarda… Nalburlar, birkaç eski birahane, ev yemekleri yediğim samimiyeti sadeliğinden gelen lokanta, yan yana hepsi… Her yeri yara bere bir çocuk gibi Üsküdar, güzel ama kapanır elbet yaralar ki daha kabuk bağlayıp silinecek izleri. Hatta balıkçılar çarsısının arasındaki çay evlerinin önünden bile geçtik, ellerimiz terli etrafa bakınırken eskicilerin arasında. Çok daha güzeldi olmuştu şimdi buralar…
Bir gülümseme gördüm ya gözlerinde yetti bana geçen saatlere hiç aldırmadım. Gün döndü geceye yanımdasın ya ağrılarımı ertelerim sensiz günlerime. Neden huzurlu olmayayım ki bir günümü harcamışım senin yanında. Bilirim hikâyelerin var gözlerinden okudum satır başlarını, günlerim senin olsun elbet zamanın var dinlerim yüreğimi açıp senden gelen her şeyi. Sorma işte sebebini, belki söylerim bir ara sayfalar dolusu.


23 Nisan 2013 Salı

Yakın Gerçeklik

"Masallara inanır mısın ya da peki romanlara diyelim?" Bu soru üzerine çoğumuz en olgun tavırlarımızı takınarak belki hiç düşünmeden gülüp geçtik. Sanki gerçekliğe inandık, sindirdik de, bir de hikayeler kaldı kafa yoracak diye içimizden geçirdik belki. Öyle değildir belkide. Sınırlarını tahayyül dahi edemediğin zihninin eseri bir takım düşleri gerçekliğe uydurmaya çalışmak bir müddet zevkli bir meşgale olsa da insan duracağı noktayı kestirmeli, doğrudur. Bir taraftan da sormadan da geçmek istemiyor bazen salt akıl, mademki bunları bizler düşündük, mimari biziz, sonu mutlu biten. Daha ağdalı olarak söylense yada kokusu bahar çiçeklerini kıskandıran, fikri bile kalbimizdeki gölgeleri uzaklara iten hikayelerin. Yani bir ihtimal bile olsa –(uçan halılardan bahsetmiyorum, yok onlardan da bahsediyorum hatta)-- benzerleri karşımıza çıkarsa ne yaparız dedik mi kendi kendimize. Bir başka deyişle hayal ettiklerimiz, yaşama arzusunun dışa vurumu, gözle görmek istediklerimiz… Kıyılara vuran dalgasının sadece sesi dahi gerçek olursa ya rüyalarındaki uçsuz bucaksız okyanusun… Ne yaparız o zaman?
O kadar uzak mı hayallerimiz veya hiç mi hazırlıklı değiliz gerçekleşecekleri günlere. Tamamı değilse de, sadece bir gülümseme bırakacak olanlar bile vücut bulursa? Çok mu büyüktük yoksa gözümüzde, aynı çocukluğumuzda vitrindeki hayalini kurduğumuz oyuncaklar gibi.
Miras bırakılanlar yavaş yavaş tüketilip tarih oluyor. Feyiz aldığın, kör karanlıklarda gaz lambası ışığında yazılan şiirlerin şairleri ne amaç uğruna bu kadar mürekkep harcadı diye soruyorum kendi kendime. Neydi söylemek istedikleri saatler boyu süzgeçlerden geçirip, ölçüp tartıp, kıyı köşe törpüleyip ardından aktardıkları. Herhalde bir takım yaşanmamışlıklar da vardır elbet hayat tecrübelerinin yanında değil mi? 
Yani olamadıklarını da yazmışlardır galiba. Olmasını istedikleri yer ve mekan tasvirleri içindeki diyaloglarını okudum en azından. Beşeri kaygılardan ziyade huzurlu olmayı istedikleri resimdi sanki en temel ögesi vurgulamak istediklerinin. Hiçbir zaman mavi boyası olmayan birinin denizi, gökyüzünü resmetmesi ne kadar meziyet isteyen bir uğraş ise, o kadar zordur işte birine anlatmak hissettiklerini. Sabahlara kadar da konuşursun belki hiç dert etmeden, yeter ki senin hayalin bir başkasının gözlerinde benzer bir şekil alsın.
Herkes vazgeçmeyi düşünmüştür ama bir zaman sonra. En derin tasvirleri gündelik cümlelermiş gibi kullanan ustalar da muzdarip olmuştur eminim aynı dertten. O noktadan sonra şunu demişlerdir; karşılık bulamadan meziyetin ne kıymeti kalır ki. Ya da yalnızca anlatabilmiş olmanın huzuru kalır içimizde.
Köşesi yıldızlı yağmur damlasının, koyu yeşil şişkin göğüslü yaprağın en ucundan süzülürken ki korkusunu dahi anlatabilmiş olmak, en güçlü hayal gücü ve yetenekle… Ne işe yarar? Avucunda taşıdığın yağmurlarla karşısında dursan sevgilinin ve bir damla bile süzülmezse gözlerinden. Akıp gitmese o ipeksi beyaz teninden, elmacık kemiklerine dokunduktan sonra dudaklarının kenarına… Ne ifade eder ki, en derin cümleler eğer bulamıyorsa yerini anlamasını istediklerinin yüreklerinde...
Gün üşenmedikçe yeniden yüzünü göstermeye, perdesini örtmekten sıkılmadığı sürece gece gökyüzünün, bizimkisi zaten kolay mesai… Vazgeçmeden nağmeler ederim kesilse de nefesim yutkunmaları saymazsak arada sırada. Kapı duvar yalnızlıklar boyu da olsa, benim değil mi kelimeler söylerim sadece yankısını dahi duysam. Bir cevap gelmemesi ihtimal dahilinde olsa da haykırırım ardından giden ilkbaharın. Yasak değil ya… İlk satırlarını yazıyorum belki düşlerimin, o gün gelir belki tamamlanır, bir neden var mı ki olmaması için. Ne kaybederim ki… Sadece ciğerlerime dolar birkaç uykusuz gece daha en fazla ve zifiri karanlık dumanı sarar odamı bembeyaz sabahların yanında. Uyanıp doğruyu yanlışı net gördüğüm cam rengi gerçekliğinden hemen önce.

Hayallerimiz ne vakit çiğ tanesi gibi gözlerimizin önünde sere serpe dursa, özü en azından veyahut benzerleri inanmak için can attığımız köşe başı muhabbetlerinin. Bir şeyler oluyor sanki. Sımsıkı sarılmamız gerekirken onlara, afaki bir şımarıklık kaplıyor biz ölümlüleri. “Anlasana, masal da gerçek de burada. Tamda işte seninle benim aramda…İnan buna” demeli bu gidişata bir son vermek uğruna kim bilir vakti geldiğinde… Yakınım cam rengi berrak gerçekliği göreceğim anlara ama vazgeçmem ki söylerim yine aklımdakini...

11 Nisan 2013 Perşembe

Hoşgeldin...

Kırık bir sandalye tepesinde oturmak gibi bir şey bu beklide, biçare yorgunluklarına dermandır ki dinlenirsin bir vakit fakat tedirginlik hiçbir zaman yakanı bırakmaz. Ha düştüm ha düşeceğim... Vakitsiz gelen galibiyetlerin bir lokmalık hazzı kadar geçici…Yıllardır görmediğin biriyle ayaküstü lafa dalıp kaçırdığın son vapurun uzaklaşmasını izlemek gibi.
Masmavi gökyüzünün göz kırpışında bir süre sonra beliren yağmur yüklü bulutların sinsiliği bu… Ya da tam tersine umutsuz günün arkasına gelen müjdeli bir haber… Hepsi iç içe geçmiş sanki ve ayrı gayrı yok hüzünle sevinç arasında. Aynı anda hayata kapanan gözün yamacında, ilk nefes alışı var bir bebeğin.
Bizler de öyle değil miyiz? Ağız dolusu kahkahalar atıp ardından sebepsiz bir keder kaplamaz mı sizin de yüreklerinizi. En tatlı rüyalarınızın peşinden geldiği olmadı mı en gerçek yüzüyle yaşamak kaygılarınız. Hiç mi yere düşmedi az evvel aldığınız fıstıklı dondurma, kayıp külahından usulca…
Fakat bir de öbür tarafa var ki her şeye inat inandığım. Zifiri karanlıkların tamda içinde, alışmışken tek başına yürümeye, bir başka can, yoldaş olmadı mı toprak yollarınızda. Sigaradan son bir nefes daha çekerken hiç çalmadı mı radyoda o en sevdiğiniz şarkı. Aklınıza geldiği olmadı mı hiç hem de tam son dakikada sorunun doğru cevabı. Akşamın bir vakti kapınız çalınıp hiç mi gelmedi özledikleriniz beklenmedik vakitte…?
Oldu, evet… Benim oldu…
Kan çanağı gözlerle uyanıp sol yanımda dalgalı denizleri gördüğüm oldu. O müjdeli haber bana da geldi, son umutlarımı kenara süpürürken. Nefes nefese çıktığım yokuşların sonunda kavuştum bekleyenlerime. Ağrılarım dindi bazen bir dokunuşla, hemen o anda. 
Hoşgeldin sevgilim...

6 Nisan 2013 Cumartesi

Nisan Akşamı

İçinde kavuşmak gecen yolculuklar keyiflidir. 
Ne kadar sürerse sursun,ne kadar beklersek bekleyelim kenarda köşede, tozlu yollarda.. 
Bir varoluş sebebi gibi benimsiyor insan gidişlerini
Zararını,sıkıntısını görmezden gelip, mahalle aralarında sinek ilaçlama arabalarının dumanında kaybolup koşan çocuklar gibi şen oluyorduk yakınlaştıkça ineceğimiz yer..  
Bazen ise sadece selam verip dönmek kadar kısa olsa da kalışlarımız, damağımızda bir bayram şekeri tadı bırakırdı uç beş kelami eski dostların... 
Çocukluğum gibi tertemiz çarşaflarda uyuyup buruk bir ruh ile şşimdiki yorgun benliğimle uyanmak nasıl bir histir bir bilseniz...
Neyse ki nefes alıp verdikçe alışıyordum
Aslında her birini ayrı sevmek lazım, ki o zamandır en güzeli.. 
Gideceğin yeri,yolculuklarını ve döneceğin yeri.. 
Yani biraktiklarini da... 
Ama içim rahat,bundan sonra denize sarılan güneşin gün batımındaki anı gibi olacak döneceğim yer... 
O var çünkü.. 
Bırakmıştım en son üşümüş ellerini bir nisan akşamında..

20 Ocak 2013 Pazar

07:53

Pencereden hayal meyal seçiliyor farlar, tenha gibi ortalık. 
Kahverengililinden midir bilinmez ama şartlanılmış yabancılaşmalarımı biraz erteledi odam. 
Dünden kalan uğultu yanımdan ayrılmadı hala, dört bir yan yekten kullanıma uygun eşyalar, sol yanımda lambanın hafif los aydınlığı. 
Olsun seçiliyor yine de tahta masanın kalin-ince damarları, üstündeki eşya kalabalığına rağmen. 
Dağınıklığa inat..
Önceki vakitlerde olsa kağıda kaleme sarılırlardı böyle olunca belki, bir öz damlar belki yürekten de ..düşmeden yere, ziyan olmadan tek zerre, şuracıkta aksin sayfalara diye. 
Mütemadiyen rast gelinmez aslında bu gibi ruh hallerine, ara ara calip gitmiştir kapıları , kaçırdıysan aynisi yok. Hiç not bırakmadı şimdiye kadar. 
Kargacık burgacık yazmak yerine, yanıp sonen çubuğa dalarak tuşlara dokunmak kolayıma geliyor.

Ne yalan söyleyeyim, burasıdır aslında sözlerimin başlangıcı galiba.. 
Fotoğraflarına baktım bir sure.. o sebeptendir beklide toplayamadım kelimelerimi, asili kaldılar. Yürek çarptı bakarken sana, yalansız.. Etrafta bırakmaya çekindiğim ışıl ışıl mavili,beyazlı misketlerim gibi.. birazcık baktım yetti bana, kaldırdım yerlerine ..kıyamadım.. Bir tarifi vardır aslında hislerin ilaha ki.. ama simdi yetemedim, dağınık kalsin her zamanki gibi ne yapayım.. Zamanım var gibi daha elbet toparlarım..

11 Ocak 2013 Cuma

Karşı Işıklar

Sağa sola yalpalandı vapur kalkarken..
Tatlı bir yağmur, üşütmeyen,
İçeride camın buğusuna yazı yazasın gelir..
Işıklar karşıda, bir dalgalara bakarsın,
Bir endamıyla raks eden tarihi yarımadaya. 
Yüreğimde adını hatırlayamadığım o nağme,
Binlerce defa bu yolculuğu yapsam ayni tadı alırmışım gibi
Aceleci yolcular hatırlatır bana,

Yaklaştık sevgiliye bir nefes uzağımda

9 Ocak 2013 Çarşamba

Mavi Gizleyen Beyaz

Her yan uçsuz bucaksız soğuk.
Tenha bile sayılır belki,
Yürekleri dolduran kabullenilmiş
mahsur kalmaları saymazsan..
Fakat onlar bilirlerdi,
ve hatta neredeyse emindiler ki;

beyazların altına gizlenen maviliğin esareti geçiciydi..